top of page

MASA (Öykü)

E. orta boylu, kumral; yürümeye başladığı andan beri köyde çeşitli işler yaptığı için iri yapılı, orantısız bir görüntüye sahip kas yığınıyla kaplı bir gençti. Her gün sabah ezanıyla kalkar, namazı kılmak için yeltenirdi fakat soğuk suya temas etmekten bir kedi gibi korkardı. İçinden “Derim kalınlaştığında kılarım” diye düşünürdü. Bazen de “Ya derim kalınlaşmadan ölürsem” diye geçirirdi içinden fakat birkaç saniye süren bu rahatsızlık hissi yerini her zaman rehavete bırakırdı. Babasının camiden döndüğü sırada annesi onu kahvaltıya çağırırdı. Sabahın ilk ışıkları ile küflü peynir kokan o sofrada hiçbir şey yemek istemezdi. Sabahın köründe yaptığı bu kahvaltı ona askerlik yıllarını hatırlatırdı fakat karavana da olsa onun için mükellef bir sofra olan o kahvaltı burada yoktu. Çarşı izinlerinde yaptığı açık büfe kahvaltıları hiç düşünemiyordu bile. Her günü bu kısır döngünün içinde geçer giderdi. Bir gün son bulacak hayatının bu sonsuz döngü içinde geçmesi canını çok sıksa da bundan kurtuluşu olmadığını biliyordu. Aslında bir çıkış yolu vardı ama onu da babası tıkıyordu. Bu çıkış yolunu sunansa askerlik arkadaşı Cemil’di.


Cemil sivil hayatta stajını yeni bitirmiş bir avukattı. Askerliklerini E. ile birlikte Çorlu’da topçu eri olarak yapmışlardı. Cemil kısa dönem, E. ise uzun dönem olarak yapmıştı askerliğini. Cemil askere geldiğinde E. üç aydır oradaydı. Cemille ilk tanışmaları birlikte tuttukları ilk nöbetleriydi. Gecenin bir yarısı kocaman obüslerin arasında soğuk kulaklarını bir bıçak gibi kesip giderken birbirlerine anlattıkları hikâyelerle ısınıyorlardı. Nöbet herkesçe namustu ama birçoğu içinse büyük dostlukların başlangıcıydı aynı zamanda. Birbirinin arkasını kollaması gereken iki insanın büyük bir sessizliğin içinde geçirdiği saatler kaçınılmaz dostluklara yol açıyordu. Bir gece üç-beş nöbetini tutarlarken ikisi hiç yapmamaları gereken bir şey yapmıştı. Cemil gecenin ağırlığına yenik düşüp şekerleme yaparken E. ise kasıklarının gözlerini yaşartacak derecede verdiği acıya dayanamayarak nöbet yerini terk edip tuvaletini yapmaya gitmişti. İdrar torbasında büyük bir boşluk açan E. o rahatlamayla birlikte sessizce türkü söyleyerek nöbet yerine dönerken Cemil’in uyukladığını gördü. Aksilik onları bulmuştu. O sırada ışıklarını yakmış eski bir Range nöbet yerlerine doğru gidiyordu. Bu aracın gece devriye aracı olduğunu düşünen E. Cemil’in uyurken yakalanmasını önlemek için aracın önüne bir anda atladı. Ancak araç E. nin düşündüğü gibi devriye aracı değildi. Gece atışından dönen flamalı bir Range’ti. Külüstür Range gecenin sessizliğini yararcasına bir fren sesiyle güçlükle durdu. Bu sesle uyanan Cemil zorlukla yerinden doğruldu. Sesin geldiği yere baktığında arabadan inen ve E. ye doğru yürüyen Tabur Komutanı Yarbay İbrahim Sargın’ ı gördü. Yarbay’ın lakabı, çok sert mizaçlı biri olduğu için Deli İbrahim’di. Cemil E. nin bulunduğu yere doğru yürümeye çalışsa da Yarbay’ı gördükten sonra adeta eli ayağı boşaldığı için adım atamıyordu. Sanki bacaklarına tonluk prangalar takılmış, ruhu yer çekimine yenik düşmüştü. Sadece izlemekle yetinebildi. Yarbay’ın bağırış ve hakaretleri gecenin karanlığında serbestçe gezinen fareleri, yılanları bile korkutmuştu. Baykuşları ve kargaları başka bölgelere göçe zorlamıştı. Takip eden birkaç gün E. donmuş toprağı kendi boyu ölçüsünde kazmakla meşgul olmuştu. Yarbay’ın görevlendirdiği yeni yetme uzman onbaşı kimsenin E. ye yardım etmesine müsaade etmiyordu. Elleri su toplayan, kan gölüne dönen E. nin cezası bitmişti. Cemil kendisini korumak için günlerce boy çukuru kazan E. ye büyük bir minnet duyuyordu ve bu büyük bir dostluğun başlangıcı olmuştu. Günler geçmiş, şafaklar sayılmış, sigaralar içilmiş; Cemil için güneş doğmuştu. Cemil terhis olurken E. yi İstanbul’a çağırmış, ona yeni açacağı hukuk bürosunda getir götür işlerini yapmak üzere yanında çalışmasını teklif etmişti. Bu teklif E. nin çok hoşuna gitmişti. Kalan üç ayında E. bu teklifi düşünmüş, şafak yelkovanla eşdeğer bir hızda atmıştı. E. terhis olduktan sonra anne, babasının elini öptükten sonra çarşı iznine her çıkışında yaşadıklarını her gün yaşayacağını düşünerek memleketine doğru yola çıkmıştı.


Askerliğin üstünden saatler geçti, günler bitti, aylar tükendi, en sonunda bir yılı aşkın bir süre geçti. Yine her zamanki gibi günün ilk ışıklarıyla birlikte sofrada babasının iştahlı bir şekilde ağır koku yayan peyniri bayat ekmekle yemesini izleyen E. İstanbul’a gidip Cemil’in yanında çalışmak yerine sabahtan akşama kadar toprak bellemeyi kendine yediremiyordu. Babasını ikna edemediğine üzülürken bir yandan da son kez şansını denemek istiyordu. Ama son şansını bir anda tüketmek istemiyordu. E. nin aklından bunlar geçerken babası son lokmayı yedikten sonra gömleğinin cebinden yumuşak paket uzun 2001’i çıkardı, sigarayı yaktı ve içine kocaman bir nefes çekti. Sonra karısına bir bakış attıktan sonra boğazındaki balgamı temizleyerek E. ye dönüp konuşmaya başladı.


— Oğlum, artık yaşın geldi.

— Neye yaşım geldi.

— Askerliğini de yaptın.

— Evet yaptım.

— Artık tam bir erkek oldun.

— Eeee.

— İşleri senin almanın vakti geldi.

— Ama baba.

— Tek başına da yapamazsın bu işleri. Hem senden sonra kim yapacak bu işleri.

— Baba

— Biz ananla konuştuk. Seni evermeye karar verdik.

— Baba, olmaz.

— Hayri emmini hatırlıyor musun? Ablanın düğününe gelmişti. Ayşe diye bir kızı vardı.

— Baba!

— Heh! Hayri emminle konuştum. Ayşe ile seni baş göz edecez. Şu yandaki kulübeyi de ihya edecez. İster orada kal, ister yanımızda. Hem kız çok çalışkan, hemi de güzel mi güzel. Çok doğurgan bir aile. Hep erkek çocuk doğuruyorlar. Kızın tam dört tane abisi var. Sana bir düzine oğlan verir. Sana alırız bir sürü tarla.

— Baba, ne diyon?

— Bak aslanım! Sen benim tek oğlumsun. Daha çok oğlum olsun istedim ama olmadı. Ablaların hep el evine gitti, bir tek sen kaldın. Tek varlığım sensin. Ölmeden erkek torunlarım olsun istiyom. Benim yaşadığımı sen yaşama. Hep güçlü hisset istiyom.

— Baba! Beni dinle. Ben evlenmek istemiyom. Ayşe kim onu bile bilmiyom. Ben İstanbul’a gidecem. Beni okutmadın bari yol ver Cemil’in yanına gidem. Orada çalışam, hem kendime hem sana hem anama bakam. Evlenmemi orada evlenirim.

— Oğlum şeherli karı ne anlar bel bellemekten. Elini boyayan kadın toprak belleyemez.

— Baba ne toprağı orada çalışacam, yerleşecem. Çocuklarımı okutacam. Memur olacaklar.

— Sen kolay mı sanıyon şeherde yaşamayı. Cevdet emmin gitti ne oldu. Oradan bir kadınla evlendi, babasının bedduasını aldı. Karı onu kapının önüne kodu. Şimdi kim bilir ne yapıyor oralarda.


E. sinirle “Ben evlenmeyecem baba” deyip sofradan bir hışımla kalktı. Koşarak köydeki derenin kenarına gitti. Babasının cebinden aşırdığı sigarayı yaktı. Ne yapacağını düşünürken gülüşme sesleri duydu. Sesin olduğu yere doğru yavaşça yürürken ilkokuldan beri arkadaşı olan Yusuf ile komşunun kızı Cemile’yi gördü. Cemil’e E. yi görünce koşarak kaçtı. E. yi gören Yusuf önce kızardı, bozardı sonra gülmeye başladı. E.’yi yanına çağırdı. E. konuşmaya başladı:


— Ne yapıyon lan ırz düşmanı.

— Irz düşmanı da ne demek kirvem.

— Bizim komşu kızına sulanıyorsun ulan.

— Ya hele bir dinle. Biz Cemileyle sevdalık ediyoruz. Seviyok birbirimizi. Anama söyledim, babama söyleyecek. Cemile’yi alacaz bana. Evlenecem onunla.

— Niye hiç söylemiyon.

— Kızarsın diye.

— Niye kızayım ola.

— Kızdın ya.

— Doğru.

— Neyse sen boşver de Memişler’in Hayri’nin kızı Ayşe ile evereceklermiş seni.

— Sen nerden biliyon.

— Anam söyledi. Baban söylemiş babana namazdan çıkarken.

— Hiç sorma.

— Sevinmemiş gibisin.

— Öyle.

— Ayşe güzel kız daha ne istiyon. Everecekler seni işte.

— İstemiyom ben.

Yusuf pis gülümsemeyle:

— Niye istemiyon be kirvem. Artık geceleri üşümen işte.

— Höst ulan.

— Tamam, tamam kızma. Maytap geçiyom senle.

— Ben İstanbul’a gidecem.

— Şeherli karı alacam diyon.

— Ne karısı be. Çalışacam, gezecem, tozacam; sabah küflü peynirle kuru ekmek yemeyecem. Çeşit çeşit reçeller yeyecem.

— He, he. İsmail emmi seni göndermez. Boşuna uğraşma.

E. nin canı iyice sıkılır. Kalkmaya yeltenirken Yusuf kolundan tutar.

— Hele otur, ne deyecem sana.

— Ne deyecen.

— Köye yeni bir öğretmen gelmiş.

— Eeee.

— Genç bir kızmış.

— Ahmet hoca gitti mi?

— Yok. Konu o değel. Yeni diyom. Kız diyom.

— Eeee.

— Çok güzel kız deyolar. Ahmet hoca yazılmadan sen yazıl peşine.

Yusuf alaycı bir gülümsemeyle:

— Sana bırakmaz sonra hee. Hem şeherli karıyla evlenecem demiyon mu? Okumuş şeherli karı işte.

— Git, başkası ile maytap geç dürzü seni.


E. sinirle yerinden kalktı ve gitti. Yusuf’un söyledikleri aklına takıldı. Bir yandan bu imkânsız ihtimali düşünmemeye çalışırken bir yandan da hızlı adımlarla yürüyordu.


Yolda yürürken Ahmet Hoca’yı gördü. Tahtadan yapılmış koca masaya sırtlamış, götürmeye çalışıyordu. Kendi boyuyla aynı ölçülerdeki masayı taşımakta epey zorlandığı belli oluyordu. E. Ahmet Hoca’nın yanına gidip ona yardım edebileceğini söyledi. Koca masayı birlikte yüklenip okulun lojmanına doğru yola koyuldular. Yol boyunca hiç konuşmuyorlardı. Göz göze gelmekten de kaçınıyorlardı.


Sanki bir şeylerden veya birilerinde kaçarcasına yıllardır o köyde tek başına öğretmenlik yapan Ahmet Hoca hizmet süresini doldurmuş olmasına rağmen köyden ayrılmıyordu. Soranlara köyü çok sevdiğini söylese de E. bu durumun gerçek olmadığını düşünüyordu.

Köy okulunda yirmi öğrenci ile ders yapan her gün taze süt ve yumurtayla beslenen Ahmet Hoca’nın güldüğünü gören olmamıştı ama masayı taşırken etrafa bakarak sürekli gülümsüyordu.


Artık kollarında derman kalmamıştı. Masayı bıraktı, bırakacak derken uzaktan çok hoş bir kadın sesi geldi. E. kafasını bir anda sesin geldiği yere doğru çevirdi. Karşısında orta boylu, yeşil gözlü, siyah saçlı, güzel yüzlü alımlı bir kadın vardı. El sallıyordu. Yeni gelen kadın öğretmen bu olmalı diye düşündü. Ahmet Hoca masayı çekip kendi yüklenmeye çalıştı. Adeta dişisini etkilemeye çalışan bir aslan gibi davranmaya çalışıyordu. Fakat başarılı olamadı. Masaya sırtlamaya çalıştığı sırada masa elinden kaydı ve yere düştü. Masanın yere düşmesiyle paramparça olması bir olmuştu. Yeliz öğretmen hızlı bir şekilde Ahmet Hoca’nın yanına geldi. İyi olup olmadığını kontrol etti. Ahmet Hoca’nın iyi olduğunu gördükten sonra E. ye döndü. Elini uzatarak:


— Benim adım Yeliz. Buraya yeni atandım. Kırıldı ama masayı buraya kadar getirmişsiniz. Teşekkür ederim. Sizin adınız ne? Herkesle yavaş yavaş tanışıyorum.


E. istemsizce elini uzattı. Daha önce bu kadar ince ve yumuşak bir el tutmamıştı. Elini değil sanki koca bir pamuk yığınını tutuyordu. Burnuna güzel bir parfüm kokusu geliyordu. E. Yeliz öğretmene cevap vermek istedi ama ismini söyleyemedi. Sanki konuşmayı unuttu. Sadece onun gözlerinin içine bakıyordu. Adeta gözleri kitlenmiş, dili tutulmuştu. Bir süre ona baktıktan sonra bir anda konuşmaya başladı. “Masanı tamir edebilirim.” dedi. Yeliz öğretmen ondan ismini söylemesini beklerken bunu duyunca şaşkın bir ses tonuyla “Olur.” dedi. Masanın parçalarını sırtlayıp koşarak evin yanındaki kulübeye gitti. Kulübeye girer girmez masayı tamir etmeye koyuldu. Kulübede bulduğu tahta parçalarını masanın kırılan yerlerine yine kulübede bulduğu paslı çivilerle sabitleyerek masayı kullanılabilir hale getirdi. Daha sonra büyük bir titizlikle masayı temizleyip Yeliz öğretmenin evinin yolunu tuttu.


Güneş o günkü görevini bitirmiş, gözden kaybolmuştu. Evlerin yanan ışıkları dışında sokakları aydınlatan hiçbir şey yoktu. O zifiri karanlığın içinde sadece ateş böceklerinin sesi duyuluyordu. Köyün çamurlu yollarının her bir adımını bilen E. hızlı bir şekilde Yeliz öğretmenin evine ulaştı. Evin içinden dışarıya ışık yansıyordu. Masayı evin kapısına kadar taşıdı, tam kapıyı çalacakken çalıların arasından evin içini gözetleyen birini gördü. Ona kendini belli etmeden görebileceği kadar yaklaştıktan sonra ayak parmaklarından başına doğru ulaşan bir karıncalanma olduğunu hissetti. Dizlerinin bağı çözüldü, kafasının yandığını beyninin kafasının içinde kaynadığını hissetmeye başladı. Pencereden evi dikizleyen kişi babasıydı. E. bir süre donakalmış şekilde bekledikten sonra koşarak evin önünden uzaklaştı. Köyün kuzeyindeki hâkim bir tepe olan “Şahinkayası” nın üstüne çıktı. Tepenin aşağısından gürül gürül akan ırmağı izlemeye başladı. Babasının ona sabah söylediklerini kafasında döndürüp durdu.


Akşam ortalıktan çekilen güneş, yeni bir günü başlatmak için dağların arkasından doğmaya başlamıştı. Hava da hafif bir yağmur vardı. Bir kadının narin dokunuşu gibi yumuşak bir şekilde yağıyordu. E. nin babası büyük bir hışımla evden çıkmaya çalışıyor, çıkarken de kapatmayı unuttuğu pantolonunun fermuarını kapatmaya çalışıyordu. Fakat fermuar bir türlü kapanmıyor, kapanmadıkça panikliyordu. Fermuarı söve söve kapatmaya çalışırken yanından köyün imamının geçtiğini gördü. Ona yetişmek için hızlıca ayakkabılarını giydi. İmamla beraber koşar adımlarla camiye doğru gittiler. Caminin bahçesinden içeri girdikleri anda ikisi birden donakaldı. Gördükleri manzara karşısında ikisinin dili tutulmuştu. E. nin babası avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu fakat sanki üstüne karabasan çökmüş gibi sesini çıkaramıyordu. E. nin babası elini başına götürüp dizlerinin üzerine çökerken köyün imamı ise kelime-i şaadet getirmeye çalışıyordu. E. nin babası bir süre yere kapaklanıp ağladıktan sonra yavaş adımlarla yürüyerek caminin kapısında asılı duran E. nin cesedine sarıldı.

Fatih KAVASOĞLU

Kasım 2021

Hanak

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
MEMLEKET

Güneş yeni yeni kendini göstermeye başlamıştı. Hafif bir rüzgâr, bir bayram sabahı kokusu… Başıboş sokak köpekleri devriye gezmeye...

 
 
 
AYNA(ÖYKÜ)

Sıcak bir yaz akşamıydı. Dağdan esen meltem, taze toprak kokularını da beraberinde getiriyordu. Dört yanım –ateş böceklerini saymazsam-...

 
 
 
SON BEŞ DAKİKA (ÖYKÜ)

Burnumu yakan sigara kokusu nikotin eksikliğinden kaynaklanan arzumu bir nebze olsun daha artırıyordu. Onlarca insanın bir saniye bile...

 
 
 

Commenti


Yazı: Blog2 Post

Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, meczupmuallim tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page