top of page

AYNA(ÖYKÜ)

Güncelleme tarihi: 27 Nis 2021

Sıcak bir yaz akşamıydı. Dağdan esen meltem, taze toprak kokularını da beraberinde getiriyordu. Dört yanım –ateş böceklerini saymazsam- sessizlikle çevriliydi. Tüm kış sanki bu anı beklemiş gibi hissediyordum. Âdeta annemin karnına geri dönmüştüm. Yaşadığımın farkında bile değildim. Göremediğim ama güven veren duvarlarla çevrili olduğumu hissediyordum. Sanki hiç doğmamıştım. Doğmadıysam ölmem de mümkün değildi hâliyle. Hiç korku duymuyordum. Zamanı durdurup o anda geçirmek istedim tüm ömrümü.

Çok güzel olduğunu düşündüğün bir ana hapsolmak isteyip oraya ait olamamak, -hiç hoşuma gitmese de- hayatı yaşamaya değer yapan buydu. Her seferinde o anın geleceğini umut edip, onun için çalışıp sonra vaktinin tükendiğini görmek. Zamanın tükendiğini fark ettiğin, her şeyin bittiğini gördüğün o an… Bu insana acıyla karışık bir haz verirdi işte. Ben zamanımın tükendiğini fark edemedim çünkü hiç doğmamıştım ki zamanım nasıl tükenebilirdi? Benim için bu sonsuz döngünün devam etmeyeceğini fark edeceğim an gelmişti sadece. Bana bunun haberini ulaştıran ulak ise tatsız bir araba motoru sesiydi. Oldum olası hiç sevmedim o dizel sesini. Aç bir canavarın uğultusu gibi geliyordu bana eskiden beri. Benim için doymak bilmeden tüketen, hep daha fazlasını isteyen âdemoğlunu hatırlatıyordu. Yani kendimi. Belki de bu yüzden sevmiyordum onu.

Tam tahmin ettiğim kişi tüm riyakârlığı ile indi arabadan. Omuzlarından dökülüyordu ebedi ukalalığı. Her adamında beni biraz daha geriyordu. Merdivenleri teker teker çıktığını duyabiliyordum. Birazdan kapıyı çalacaktı. Hiç açmak istemiyordum fakat başka şansım da yoktu. Mecburen açacaktım. Çünkü hiçbir zaman yüzüne haykıramayacaktım ondan tiksindiğimi. Kapıyı açmamak, bu tiksintiyi yüzüne haykırmaktan farklı değildi.

Kapı çalındı, ağır adımlarla kapıya doğru yürüdüm. İsteksizce açtım kapıyı. Yüzünde her zamanki gibi o alaycı ifade vardı. Bu ifade o kadar kuvvetliydi ki alay edilebilecek bir kişi olduğuma ikna oluyordum onu her gördüğümde. Belki de haklıydı, ben alay edilecek biriydim. Böyle biri olduğum konusunda her zaman şüphelenmişimdir aslında. Arada sırada kafasına vurup ağzından ekmeği alınabilecek bir olduğumu düşünürüm. Hatta bazen insanların fısıldaşarak bunu konuştuğunu bile duyduğum olur. Konuşmalarına bile gerek yok aslında yüz ifadeleri bunu her zaman gösterir bana. Ama bunu kabullenmek nefsime zor geldiği için gerçek olmadığına kendimi ikna edip bu suçu bir kişiye yüklemek belki de kolay geliyordu bana. Sevdiğimiz insanları suçlamak her zaman daha kolaydır. Sevdiğimiz insanlardan tiksinmek de kolaydır. Nedenini hiçbir zaman bulamadığım ama inandığım bir gerçektir bunlar. Kanıtlayamadığım bir gerçek.


Hiçbir şey demeden koltuğa oturmuştu bile. Ben kendi kendime düşünürken o yerini sağlamlaştırmıştı. Hiç konuşmuyordu sadece yüzüme bakıyordu. Ben de konuşmadım. Hoş geldin bile demedim. Sadece karşısındaki kanepeye oturdum ve ona baktım. Neden hoş geldin diyecektim ki? Hiç de hoş gelmemişti. Hoş da bulmamıştı beni. Sürekli söylediğimiz bu sözlerin bir anlamı olmalıydı değil mi? Tam bunu düşündüğüm sırada parmak uçlarımdan başlayan bir karıncalanmayla beraber bir ateş sardı her yanımı. Kafamın alev aldığını hissediyordum. Sanki kalabalık bir camide imama ve onun mikrofonuna yakın bir yerde otururken kuvvetli bir yellenme yaşamışım ve o esnada çıkan ses tüm camide yankılanmış ve herkes bana nefretle bakıyormuş gibi rahatsız hissettim kendimi. Bu namünasip durumun nedeni ise onun gelmesinden rahatsız olduğumu ve onu sevmediğimi belli etmiş olmamdı. Fark etmemiştir diye kendimi rahatlatmaya çalıştığım sırada olduğu yerde bir sigara çıkardı. Cebinde çakmak aranıyordu. O sırada bana baktı. Bakışları “Çakmağın var mı?” diyordu bana. Ama ben sigarayı bırakalı çok olmuştu. Ne arardı bende çakmak. Bu sefer bakışları değişti ve yüzündeki ifade “Sigarayı bıraktın, anladık. Sen yemek de mi pişirmiyorsun? Ocağı nasıl yakıyorsun?” diyordu. Buna verebilecek bir cevap bulamadım. İfadesiz bir şekilde yüzüne bakıyordum. Yine boş boş bakmıştım. Yine kendimi küçük düşürmüştüm. Kendime çok sinirlendim. Bu sırada cebindeki çakmağı buldu. Olduğu yerde yaktı sigarasını. Kendime o kadar sinirliydim ki oturma odasında sigara içmesinden bile rahatsız olmamıştım. Rahatsız olsam da bu rahatsızlığımı belirtemeyecektim fakat hiç olmazsa içimden biraz söver, rahatlardım. Uzun zamandır da kimseye ağız dolusu sövmemiştim. Buna ihtiyacım vardı.

Sigarasını yavaş yavaş içti. Geldiğinden beri yarım saatten uzun bir süre geçmişti fakat hâlâ tek kelime etmemiştik. Belki de konuşacak hiçbir konumuz yoktu. Konuşulacak tüm konuları konuşmuş, yapılacak lakırdıları tüketmiş, edilecek tüm küfürleri etmiştik. O zaman neden oturuyorduk karşı karşıya. Neden gelmişti? Bir nedeni olmalıydı. Karşıma geçip sigara içmek için gelmiş olamazdı ya.

Ben tam bunları düşünürken o her zamanki küstah tavrıyla konuşmaya başladı: “Ne zaman geliyorsun?” dedi. Bu soruya cevap vermek istemedim çünkü düşünmeden sorulmuş bir soruydu bu. Onun hastalığı da buydu. Düşünmeden konuşuyor, düşünmeden soruyordu. Cevabını bildiğin bir soru bu der gibi bakıyordum. Konuşmadım sadece bakışlarımla cevap verdim. Çünkü kimseye dert anlatmak istemiyordum. Neden insanlara düşüncelerimi, duygularımı anlatmak zorunda olayım ve buna ihtiyaç duyayım ki. Eğer gerçekten anlatmak istersem-anlatmazsam patlayacak duruma gelirsem-onu rüzgâra anlatırdım. Rüzgârla onu bir daha karşılaşamayacağım bir yere yollardım. Sahiden insanlar neden sürekli kendini başka insanlara anlatma ihtiyacı duyar ki. İllaki anlatmak istiyorsalar ve hiç rüzgârları yoksa kendi kendilerine anlatabilirler. Ben bunu eskiden -çok bunaldığım zamanlar- yapardım ama neyse ki artık rüzgârlarım var.


Yüz ifadelerimle ona anlatmaya çalıştığım hiçbir şeyi anlamamıştı. Ya da anlamak istememişti. Öyle suratıma bakıp hâlâ cevap vermemi bekliyordu. Bu ısrara daha fazla dayanamadım. “Hiçbir zaman!” dedim. Bunu duyduğuna şaşırdı. Ya da biraz sert bir şekilde söylediğim için de şaşırmış olabilirdi. Ama şaşkınlığı fazla uzun sürmedi. Yine o umursamaz yüz ifadesini takındı. “Neden?” diye sordu. Ben de cevap olarak: “Bir nedeni yok. Nasıl buraya gelmemin bir nedeni yoksa dönmem için de bir neden yok.” “Yalan söylüyorsun!” diye çıkıştı. Bu sefer şaşıran taraf ben olmuştum. Geldiğinden beri takındığı o umursamaz tavırla sakin bir şekilde otururken bir anda hiddetlenmişti. Konuşmaya devam etti: “ Sen insanlardan kaçtın. Çünkü kimseyi beğenmiyorsun sen. Senin dışında herkes kötü, art niyetli, riyakâr…” Şaşkınlığım devam ediyordu. Bu söyledikleri doğru değildi. Olmamalıydı. Devam etti: “İnsanların seni küçük gördüğünü veya düşüncelerini anlamadığını düşünüyorsun. Haksız mıyım?” Bu bir soru muydu? Cevap vermem gerekiyor muydu? Cevabını biliyor muydum ki zaten? Bilsem de bunu kabullenmeye cesaretim var mıydı? Freni patlamış bir kamyonun yokuş aşağı inişi gibi hızını almış bir şekilde üstüme gelmeye devam ediyordu. “Haklıyım çünkü ciğerini biliyorum senin. İçinde yaşayan o ergeni çok iyi biliyorum. Ne oldu yani? Her şeyin doğrusunu sen biliyorsun değil mi? Herkes tek tip düşünüyor. Sistemin çarkları içinde kaybolmuş bir şekilde sistemin onların düşünmesini istediği gibi düşünüyorlar ama asıl gerçekleri bir tek sen görüyorsun değil mi? Ah! Acaba asıl ukala olan ben miyim sen misin?” Cevap veremiyordum. İstemsiz bir şekilde söylediklerine dikkat kesilmiştim. Haklı olduğuna dair düşünceler bir vesvese gibi tüm vücudumu sarıyor, düşüncelerimi ele geçiriyordu. Eleştirilmek canımı yakıyordu. Hele ki doğru olma ihtimali varken.

Bir anlık sessizlik oldu. Sanki bana düşünmem için süre veriyordu. Cebinden bir sigara daha çıkardı ve bana da uzattı. O an sigaraya karşı inanılmaz bir istek duymuştum. Köşeye sıkışmıştım galiba. Sigarayı içip biraz uyuşup karşılık vermem gerekiyordu. Yoksa evime gelip beni darmaduman edip gidecekti. Sigarayı yaktım, içime çektim, uyuştum-Özlemiştim bu hissi.- Tam söze girmeye yeltendiği anda ben başladım konuşmaya. “Benim herkesi hatalı görürken, kendimi haklı gördüğümü düşünüyorsun. Belki haklısın, belki de öyle düşünüyorumdur. Ama benim haklı olma ihtimalimi hiç aklından geçirdin mi? Çoğunluğun bulunduğu her yer, doğru yer midir? Demokrasilerde çoğunluk olan taraf her zaman haklı mıdır?”


Özgüvenim yerine gelmişti. Maçı çevirebileceğimi düşünmeye başladım. Buradan artık çeviremezdi. Ne de olsa etrafında kalın duvarlar vardı ve bu duvarlardan atlayıp benim tarafıma geçip bana cevap veremezdi. Sigarasını söndürdü ve lafa girdi. “Kimsenin kalabalığın olduğu yerin doğru olduğunu iddia ettiği yok. Bu senin düşüncen. O her şeyi bildiğini sanan beyninin kuruntusu. Kendini öyle bir noktada görüyorsun ki her konuya kuşbakışı baktığını sanıyorsun. Bu içinde büyüyen bilmişlik denen ve seni yiyip bitiren, bulunduğun çukuru görmeni engelleyen bir canavar. Her ne kadar devin sırtına çıkıp her şeyi tepeden gördüğünü sansan da bir çukurda olduğunu unutuyorsun.” Tam maçı çevireceğime inandığım anda beni yine kilitlemişti. Beni öz eleştiri yapmaya zorluyordu. Ya bu öz eleştiri sonunda haksız çıkarsam. O kurduğum dünya yıkılırsa ne yapardım. Sinirlenmeye başladım. Köşeye sıkışmak hiç hoşuma gitmiyordu. Konuşmaya devam etti. “Öz eleştiri yapmaktan korkuyorsun çünkü o kuş tüyünden yaptığın konforlu sarayının yıkılmasından korkuyorsun. Ama gözden kaçırdığın bir şey var. O da ilk rüzgârda sarayının yıkılacağıdır. Kendini, kendi inşa ettiğin gerçekliğin içine hapsettin ama artık bu konfor alanından çıkıp gerçeği görmelisin.” Artık sinirden ayaklarımın titremeye başladığını, dişlerimi sıktığımı hissettim. Biraz daha üstüme gelirse köşeye sıkışan her canlının yaptığı gibi korktuğumu gizlemek için saldıracaktım. Ama onun durmaya hiç niyeti yoktu. “Kendine gel artık. Yirmili yaşlarının başındaki ergen değilsin sen. Üniversitede okumak için büyük şehre giden müzmin genç gibi bütün gerçekliklerini kenara atıp bir masalın içinde yaşama lüksün yok. O günler geçti. Biraz yaşının adamı olup gerçekleri görmen ve normal insan gibi yaşamaya başlaman gerek. Yık, at şu kibrini artık!”

Ben kibirli biri değildim. Bunu kabullenmem mümkün değildi. Onu öldürmek istiyordum. Aslında ilk defa düşünmüyordum ama bu sondu. Kalbini söküp elimde sıkmak istiyordum. Artık bu işe bir son vermek için mutfağa gitmem gerekiyordu. Ona su içeceğimi söyleyip mutfağa gittim. Çekmeceyi açtım. Ekmek bıçağını aldım. Son birkaç dakikadır aklımdan geçen işi yapmak için oldukça kararlı hissediyordum kendimi. Artık gözüm dönmüştü. Hızlıca oturma odasına gittim ve üstüne çullandım. Söylediği ve cevap veremediğim her cümle için elimdeki bıçağı karnına saplıyordum. İçimdeki o canavar uyanmıştı. Elime akan kanın sıcaklığını hissettikçe çok daha büyük bir istek duyuyordum. Bundan inanılmaz bir zevk alıyordum. Bana bunu yaptıran içimde bastırdığım bir duygu muydu yoksa karşı taraftaki insana duyduğum sevgiyle karışık bir nefret miydi? Aslında ikisi de olabilirdi. Kabil’in hissettiği de bu değil miydi? Yoksa insan kıskandığı kardeşine bunu başka neden yapardı? Bir yandan bunları düşünüyor bir yandan karşımda duran kan bulamacına bıçağımı saplamaya devam ediyordum. Son ve nihai cevabı ona veriyordum. Kendi inşa ettiğim o kuş tüyünden sarayı yıkmak istemiyordum ve o devin sırtından inmeyecektim. Kendi gerçekliğim içinde yaşamaya devam edecektim. Bana tutulan bu aynayı kırmak beni çok rahatlatmıştı çünkü ben bu yola çıktığımda karar vermiştim aynaya bakmamaya.


Fatih KAVASOĞLU

Nisan 2021

Hanak


 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
MEMLEKET

Güneş yeni yeni kendini göstermeye başlamıştı. Hafif bir rüzgâr, bir bayram sabahı kokusu… Başıboş sokak köpekleri devriye gezmeye...

 
 
 
MASA (Öykü)

E. orta boylu, kumral; yürümeye başladığı andan beri köyde çeşitli işler yaptığı için iri yapılı, orantısız bir görüntüye sahip kas...

 
 
 
SON BEŞ DAKİKA (ÖYKÜ)

Burnumu yakan sigara kokusu nikotin eksikliğinden kaynaklanan arzumu bir nebze olsun daha artırıyordu. Onlarca insanın bir saniye bile...

 
 
 

Comentarios


Yazı: Blog2 Post

Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, meczupmuallim tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page